Perşembe, Mayıs 31

gerçeklerden masal

ceren'e;

bir yıl bir ay onbeş gün iki saattir uçuyordu garip mahluk. bedeni insandı insan olmasına ama kanatları vardı ve yüzü hariç bütün vücudu kap kara karga tüyleriyle kaplıydı. o uçarken, gündüz vakti havada geçtiği yerlerdeki ışığı bile karadelik gibi emer, gök yüzünde karanlık bir gölge, bir tutulma oluştururdu.
mutsuzdu, ve neden uçtuğunu, nereden nereye uçtuğunu hatta bir şeyden kaçıyorsa bile neden kaçtığını unutmuştu. neredeydi? nereye gidiyordu? bilmiyordu, sadece durmadan kanat çırpıyor, fırtına buldukça mazoşist bir gülümseme ile seviniyor, fırtınaya giriyor yıpranıyor ama bir an bile yere konmuyordu.
sonra kesintisiz uçuşunun hatırladığı başlangıcından bu yana bir yıldan fazla zaman olmuşken, aşağıdaki krallıklardan birinde bir kale gördü. kale gök yüzüne uzanıyor, kulelerinin ucu bulutlara değişiyordu. merak etti uçan adam, alçaldı alçaldı ve kalenin burçlarına konmayı düşündü.
kaleye yaklaştıkça sanki içi bir garip oldu, uzun zamandır hissetmediği şeyleri hissetti. ilk sıcaklık, sonra yorgunluk. bir senedir inmeden uçuyordu, kanatlarını bile hissetmiyordu zaten, sonra yorulduğunu farketti, toprağa yaklaştıkça yavaşça kendinden geçti.
sabah kalktığında kendini yerde buldu, bembeyaz ve mavi gözlü bir yavru kedi kanadının arasına sokulmuş usulca uyuyordu. kedi sıcaktı, kedi canlıydı ve uzun zamandır ona dokunan rüzgarlardan hayallerinin kara yıldırımlarından ve kabuslarının yıldızlarından başka birşey, gerçek bir canlıydı ona dokunan.
kediyi uyandırmadı, bekledi, haraketsizlikten bacakları uyuştu, kanatlarındaki tüyler ürperdi bekledi, sonra kedinin mırıltıları düzensizleşti, sonra gözleri kapalı kocaman esnedi, ağzının içi canlı yavruağzı pembeydi. bu rengi görmeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu halbuki. onun gördüğü renkler, kanatlarındaki vücudundaki siyah, gecenin siyahı, günün siyahı ve yağmurun grisiydi. ve o rengi bile görmek tekrar yaşadığını hissettirdi.
sonra kedi yavaşça gözlerini açtı, sonra şaşkın şaşkın baktı, sonra inceden bir miyavladı. kanatlarınına arasına aldı yavaşça kediyi, sonra yavaşça okşadı karga tüyleriyle, yavru beyazın pamuk tüylerini.
sonra kedi sıkıldı, atladı kucağından aşağı, o zmn farketti nerede olduğunu zaten. kalenin surlarının içinde, kulenin dibinde, çimlerde yattığını. üstünde sabahın çiğ damlaları bile kalmıştı. soğuktu ama farklı bir soğuktu, ve soğuk olsa da güzeldi. çünkü farklıydı ve canlıydı bu soğuk. bulutların fırtınaların rüzgarların soğuğu değil, ilkbaharın habercisi mart soğuydu sanki. kısaca soğuktu ama güzeldi.
bunları düşünürken kedinin uzaklaştığını farketti göz ucuyla, baktı kedi tırmanıyordu kuleye. ama çok ilginç bir şekilde, yere tam dik taş duvara koydu patilerini ve hiç yerçekiminden etkilenmiyormuş gibi başladı tırmanmaya, hoplaya zıplaya, kuyruk bi oyana bi bu yana.
başı döndü bi an, sonra çekinerek kanadını uzattı dibinde uyuduğu kuleye, kanadı kuleye değdiği anda başı döndü şöyle bir sendeledi, ama artık yerçekimi kuleye doğruydu kuleye doğru şu anda ona dik duran çimenlikten düşüvermişti. sonra hafifçe ve yavaşça ayağa kalktı, ufak adımlarla az önce yukarı doğru duran, ama şu anda önünde uzanan kuleyi yürümeye başladı. kedinin kuyruğunun peşinden.
ilerledikçe uzaktan bir müzik duydu, ilerledikçe dinlendi sanki, kanatlarının sancısı geçti her adımda *ah evet kanatları çok sancıyordu*, sonra içi ısındı ve sanki damarlarındaki kanlar tekrar akmaya başladı. yavaşça adımladı kuleyi, sonra normelde , şu anda ona dik duran bulutlara, kuzu gibi pamuk yumuşak bulutlara değen kulenin tepesinde en tepesinde bulunan, pencereye geldi.
sonra kedi pencereden içeri atladı.
sonra kanatlı adam pencereden içeri baktı.
pencere dev gibi, boyunun en az 40 bilemedin 50 katıyı, yavaşça içeri baktı ve onu gördü. gülüyordu. çok güzel gülüyordu.
sonrasını pek hatırlayamadı, saklandığı kuytudan onu izliyordu, o sürekli gülüyor, sürekli ışıldıyordu. sanki kahvaltıda güneşi akşam yemeğinde mehtapı yemişti. damarlarında heralde kan değil ışık akıyor diye düşündü, izledikçe kendini unuttu, izledikçe acılarını, sancılarını, geçmişini, kaçtıklarını, korkularını, üzüldüklerini, geçmişini, kısaca zihninde kötü ne varsa hepsini bir bir unuttu.
sonra bir gün, o kadar daldı ki prensesin gülüşüne ve güzelliğine onun pencereye yaklaştığını *yo aslında o pencereden içeri düşmüştü sanki, ama şimdi hatırlayamıyor ki?* farketmedi, saklanmayı unuttu. ve sonra ilk defa prensesin gözünün içine baktı. ve o an insan olduğunu hatırladı.
sırtı terledi, alnı terledi, avuçları terledi. sırtından alnından ve avcundan akan terler aşağı doğru gitti, o kadar damladı ki o terler, en sonunda aşağıda ufak bir göl bile oluştu. sonra bu kulenin prensesi ona da güldü, sonra bi baktiki uçan adam, kendisi prensesin otuzda kırkta biri kadar. prensesin avcu onun yatağı kadar. sonra prenses yine gülerek girdi içeri, ama uçan adam çok değişti o andan sonra.
uçan adam bir gün kanatlarını kaybetti ama. ne gün bilmiyor, belki prensi ilk defa gördüğü zaman ya da prensesin mutluluğunun sebebini anladığı zaman. prens geliyordu ve prenses mutlu oluyordu. hem zaten uçan adam prensesin avcu kadardı, küçüktü yani, sonra gene başı döndü, gene üstüne hafif bir yorgunluk düştü.
sonra tekrar yerde buldu kendini. gene kedi uyandırdı onu ama bu sefer tırmaladı kedi. sonra acıyla sıçradı uçan adam, kolunu çekti, derisini çizmişti beyaz tatlı kedi, çok derin değil ama kanıyordu. ama bi sn? uçan adamın derisi yok, karga tüyleri vardı? hayır işte artık yoktu tüyleri. kanadını yattığı yerde buldu, bi baktı artık normal insan gibi derisi vardı, hatta biraz uzamıştı bile. ama kanatları yanda duruyordu ve bir ucu prensesin gözünün içini gördüğü zamanki göle değmişti. ve beyazlamıştı tüyler. çok şaşırdı, beyaztüylere elini uzattı, beyaz tüyler suyun içinde dağılı verdi. sonra bir baktı, beyaz tüyler sıvı hale gelmişlerdi ve suyun içinde dağılıyorlardı. bi anda merakla bütün kanatlarını suya itti
sonra bütün göl bembeyaz oldu.
sonra o kedicik geldi o sudan içmeye başladı.
o anda farketti beyaz sıvının süt olduğunu.
sonra kollarına baktı, sonra yansımasına artık yeniden insandı.
sonra o sütü aldı, kumaştan hazırladığı bir beze sardı onu da sırtına attı, tekrar cama tırmanmaya çalışacaktı. gene kuleye elini uzattı, nasıl olsa kule düzelecek diye düşünüyordu, ama bu sefer kule olduğu gibi kaldı. şaşırdı, kulede yeryüzüne yan durmaya alışmıştı, şimdi garipsiyordu. ama yılmadı, aldı sırtına beze sardığı sütü, başladı tırmanmaya. ama bu sefer tırmanış hiç kolay olmadı. uzun zamandır kullanmadığı elleri yara oldu taşlara sürtünmekten ama hemen iyileşiveriyordu yaralar. taş kesiyordu, iki damla kan akıyordu ama yara anında kapanıyordu.
kuleye 2 hafta tırmandı. hatırladığından çoook uzundu kule. 2 hafta tırmandı kuleye, o kadar yüksekti ki kule, hava soğudu, rüzgarlar sertleşti, asılı halde dinlendi bazen, bağırdı filan ama kimse duymadı. sonra daha çok tırmandı.
en sonunda prensesin penceresine yine ulaştı. kendini zar zor içeri attı, prenses şaşkın kalmıştı, yüzünü tanımıştı sanki ama bir garip bakıyordu. o zmn anladı eskiden kanatları olan adam, artık prenses ile aynı boydalardı. sırtındaki beze uzandı, elini attığında süt gibi sıvı bir şey değil gayet katı bir şeye eline değdi, elinde donmuş beyaz süt vardı, demek ki soğukta kalınca donmuştu.
gülerek gözlerinin içine baktı, elindeki çikulatayı uzattı, sonra ağzı kulaklarında pencereye döndü, bir adım attı, aşağıya atladı.

birkaç saniye sonra yeni çıkan beyaz kanatlarıyla, pamuk beyaz bulutların çizdiği ufuğa doğru uzandı.

ha bide son olarak unutmadan söyliyeyim, siz zannedermisiniz ki, o kule büyülüydü, üzerinde kanatlı adam dik duruyordu. öyle değil aslında. kulenin içindeki onu o kadar çekiyordu ki, yer çekimi ona ne yapabilirdi ki?

emr sag

geçmişten gelen!

bir sene önce yazmıştım,
bilgisayarda klasörler arasında buldum;


zaman değilmiş ilaç,
günlere hafta, haftalara aylar ekledim,
şu kadar zaman oldu geçer diye diye,
geçmedi
zaman değilmiş ilaç,

unutur gibi oluyorsun,
ya da unuttuğuna kendini inandırıyorsun,
bir şarkıda bir sözde bir melodide hatırlıyorsun,
en iyisi yastıkta buluyorsun yine saf gerçeğini
sevdiğini
ve sevilmeyeceğini

en kötüsü,
bir damla ağlayamıyorsun
bir damla'ya ağlayamıyorsun
gülüyorsun hep bir görünmez bir kırık gamze oluyor suratında
söylediğinden de hissettiğinden de her bişeydende soğuyorsun

hala ürperiyorum,
hala sırtımdan yukarı bir "soğukluk" tırmanıyor,
hala midem alt üst oluyor bir zıngırtıda
ben hem beni hem seni anlayamıyorum,

hem beynim hem kalbim söküldü sanki,
biri sağ öteki sol elimde,
hani sökülen tek bir tanesi olsa neyse diyeceğimde,

çok geç olmadan,
ezel oldu,
bir dünya kuruldu, bin dünya mahfoldu
bir cana dokunuldu, bin saat işkence oldu,

emr sag

Pazartesi, Mayıs 28

babam'a

herkez babasına yazar da benim ki farklı sanırım.
zihnimde hep bir beni rahatsız eden bir detay oldu, aldığım kitabın ilk sayfasını boş bıraktığımdan beri. düşünmüştüm ki oraya birşeyler yazdığımda; o an için yazdığımı, hissetmeden karaladığım için yazdığımı düşündürecek şeyler olacaktı ve ben böyle algılanmak istemiyordum. yazdıklarımın gerçekten hissettiğim için yazıldığının düşünülmesini istiyordum, aksi yönde bir hissiyat vereceğimi düşündüm ve yazamadım. aslında "benim üstad'ıma" yazmak isterdim. insanlar anlamazdı, belki babamda yanlış düşünürdü, sadece sözlerin güzel tınısına kanıp yazdığımı, oraya onları beğenilmek için yazdığımı düşünürdü ben üzülürdüm yazamadım.
yazamadım, sanırım babam üzüldü.

şimdi bi düzeltelim şu işi. biraz kopuk kalmış baba oğul ilişkisinde bir kereliğine olsun açayım ben zihnimi. bir baba tabiki oğlunu tanır bilir, ama benim kapalı sınırlarım belki görünmez eylemiştir bazı şeyleri.

yazıyorum bir çok şey. genelde gençlik aşkları, bahar esintileri. ama öyleki her yazdığımı zihnime düşmüş baba gölgesi de değerlendiriyor, okuyor. ben yazdıklarımı değerlendiriyorum, zihnime düşmüş gölge de değerlendiriyor. bazen belki güzel şeyler yapmıyorum, adam gibi müslüman olamıyorım, ilk zihnimdeki gölge kararıyor, sonra gönlüm ve ben böyle üzülüyorum.

sadece yazılarla değil, yaptığım yaşadığım her anı her şeyi, sürekli birde babamın bakış açısıyla, babam olsa ne derdi düşüncesiyle değerlendiriyorum, haberleri iki kişi dinliyor, sokakta iki kişi geziyorum aslında. tamam belki yanlışlarda yapıyorum ama en azından o gölge söylüyor bana.

ne zaman bir sözcük yakalasam zihnimden, ne zaman bir kaç kelime dizsem arka arkaya babam beğenirmiydi diyorum, ve gölgeye soruyorum.

sözler biraz karıştı sanki, bu durumdan kesinlikle şikayetçi değilim, aslında söylemek istediğim de şu ki; ben çok şükrediyorum böyle bir gölgeye asıl olarak ta o gölgenin gövdesine sahip olduğum için. o gövde benim babam olduğu için.

o babanın, oğluna; bana hiç bir sınır koymayıp, benim ben olmama izin verdiği için. özgürlük düşkünü oğluna bir gram olsun ket vurmadığı için.

emr sag

Çarşamba, Mayıs 16

kabuk

yine ben ve gece yanlız kaldık,
elimi rüzgar tuttu, beni ürperti sardı,
dışardaydık, ben ve dumanlar
dumanlar bile sarmadı, saramadı
ben yine kabuğumun dışında çıplak kaldım
içine girdiklerim değil de, dışımda olanlar beni sardı
çok uzun zamandır dışıma attıp durduklarım gene ete battı
derim zaten hep kabuk, yine kana bulandı
içim zaten boş
içim zaten boş...

emr sag

Salı, Mayıs 15

kum saati, kum taneleri

zamanı yavaşlatmak hatta durdurmak istemiştim.
zaman üstümden silindir gibi geçiyordu,
zamanın bana vuran dalgaları kaya bile olsam eritiyordu,
ve zaman beni benden, seni benden çalıyordu çünkü

ve istedim ki kum saatini durdurayım
onun daracık boğazını benimki yapayım
akmasın kumlar ve bende azalmayayım

ama olmadı
sıktığım boğaz kırıldı, elimde kaldı
kırılan parçalar ete battı
ellerimden dökülen kumları kan bile vücuda yapıştıramadı
zaman aktı
bendeki aşk, duygu, his, bendeki sen hep aktı

aşkımı zaman, belki hüzün, belki umutsuzluk, ve en belki senin hazırda var olan mutluluğun çaldı
aşkımı zaman çaldı,

kum taneleri gibi, kan gibi elimden aktı gitti
ve benim en çok ben olan yerlerim yine çok acıdı.

emr sag

Perşembe, Mayıs 10

sorun

üzgün değilim aslında, kızgın da değil
elimde kaldı aşkım ama sorun da değil
bir damla ıslansaydı toprak geçerdi de
geçmedi mi? geçmesin o da sorun değil

normal bir şey idi yaşadığım
sadece kendimi akışına bıraktığım
nehrin kenarında dalına takıldığım
senin uzanmadığın benim tutunmadığım

sürükleniyor muyum hala, olsun o da sorun değil

umutlarım güzeldi söndü,
tamam binbir türlü planım vardı, hepsi çürüdü ve gitti,
hepsine kabul, tamam kabul, hiçbiri sorun değil
ama ben seni hep göreceğim,
ve seni görmek sorun oldu
olur mu ya öyle şey?
seni görmek bana nasıl keder oldu?
ama oldu, seni görmek bu bedene sorun oldu

emr sag

unbearable weight of being just

pen in hand, a life spent penny in hand, millions spent dead since birth, breathes like a tree poisoned all the sleepers beneath knew it all...